Uzun zaman sonra okuduğum ilk kitap: Veronika Ölmek İstiyor. Öğle saatlerinde başladım okumaya, uzun zamanın özlemiyle belli aralıklarla -ki kitabı yarıda bırakıp biraz yürüyüş yapmak zorunda kaldım, bu gerçekten gerekliydi- akşam saatlerine doğru kitabı bitirdim. Yani günümü (hayatımın 7864. gününü) Veronika'yla birlikte "deliler" hastanesinde geçirmiş oldum.
Paulo Coelho'yu Simyacı'dan tanıyor olabilirsiniz. Simyacı ile: "Hepimiz hayatın anlamını ve diğer şeyleri arıyoruz. Büyük kazançlar ve değerleri başka yerlerde bulmak için yolculuğa çıkıyoruz. Ama belki aradığımız tüm her şey zaten bizimle birliktedir. Eğer iç yolculuğuna başlamadıysan dışarıdaki yolculuk seni bir yere vardırmaz." gibi bir hayat dersi veren Coelho; Veronika Ölmek İstiyor ile normalin ne olduğu, deliliğin ne olmadığı, hissizleşmek ve tek düze yaşamın etkileri hakkında bizimle sohbet ediyor.
Dört kutu uyku ilacını başucu sehpasının üstünden aldı. Bunları ezip suya karıştırarak içmektense birer birer yutmaya karar vermişti; çünkü niyet ile hareket arasında her zaman bir kopukluk vardır. O, yarı yoldan dönme özgürlüğüne sahip olmak istiyordu.
Hayatta istediği hemen hemen her şeye kavuştuktan sonra, varlığın hiçbir anlama gelmediği sonucuna varmıştı; çünkü her şey her gün aynıydı. Böylece ölmeye karar vermişti.
Ölmeye karar vermek. Kolay olmasa gerek bu karar fakat dünyada her 40 saniyede bir kişi bu kararı veriyor, 40 saniye. Geri dönüşü olmayan tek karar, en iyi ihtimal başarısız olmaktır -ki bu bazen daha kötü sonuçlar doğurur- Veronika'da olduğu gibi. Kalbi ilaçlar dolayısıyla hasar aldığından 4-5 gün içerisinde kalp krizinden öleceği söyleniyor ona. Gün gün ölüme yaklaştığını bilen Veronika kendiyle yüzleşmeye başlıyor. Bu kendini öldürmeye benzemiyor, elinde olmayan sebeplerle ölüyordu bu kez.
Şu anda seçeneğim olsaydı, her günümün aynı olmasının nedeninin kendim olduğunu daha önceden anlamış olsaydım, belki...
Yaşamı boyunca pek çok kez fark etmişti Veronika, tanıdığı bir sürü insan başkalarının başına gelen korkunç olaylardan sanki gerçekten üzgünmüş ve yardım etmek istiyorlarmış gibi söz ederlerdi, ama işin gerçeği, başkalarının acılarından zevk aldıklarıydı; çünkü böylece kendilerinin mutlu ve şanslı olduklarına inanabiliyorlardı. Delirmeyi deneyimlemeye başlar Veronika: Bir deliler hastanesi, insanların seni yaptıkların için yargılamayacağı tek yerdi. Kendini tanımak, ne istediğini öğrenmek için bir fırsat. Burada birçok insanla tanışıyor, ki tahmin edersiniz ki bunlar ilginç insanlardı (deliler). Zedka, hayatı boyunca imkansız aşkına kafayı takmış, Veronika'nın bir nevi akıl hocası. Eduard, ressam olmak isteyen fakat aile baskısı nedeniyle bir türlü bunu başaramayan ilerleyen zamanlarda şizofreni tanısı konan, akıl hastenesinde tanıştığı Veronika'nın sevgilisi. Mari, hayatı boyunca avukatlık yapmış, hayatının hiç beklemediği bir anında panik atak rahatsızlığına yakalanmış bir kadın.
Kitapta geçen bir sohbetten aklımda kalanlar: Kravat, kravattır. Normale göre bu doğru fakat bir deliye soracak olursam, boynumdaki karmaşık bir biçimde boynuma bağlanmış beni rahatsız eden renkli bir bez parçasından başka bir şey değildir. Dr. İgor kitapta, hepimizin belli ölçüde yaşadığı Acılaşmak diye bir kavramdan bahsediyor. Yazımı bu kavramı açıklayarak sonlandırıyor sona da iki sürpriz bırakıyorum.
"Dış tehditlerden korunaklı dünyalar yaratmak isteyen kimi kişiler, fazla ileri gidip dış dünyaya karşı abartılı yüksek duvarlar örerler. Yeni insanlara, yeni yerlere, farklı yaşantılara karşı yükselen bu duvarlar onların iç dünyasını da yoksullaştırır. İşte Acılaşmak burada devreye girer. Acılaşmanın (ya da Dr. İgor’un tercih ettiği adıyla Vitriol’ün) ana hedefi iradedir. Bu hastalığa tutulanlar her türlü isteği yitirmeye başlarlar, birkaç yıl içinde kendi dünyalarının dışına çıkamaz olurlar, çünkü tüm enerjilerini çevrelerine duvar örmeye harcamışlardır. Dış saldırılardan kaçınmak amacıyla, kendi içsel gelişmelerini de sınırlamışlardır. İşe gitmeyi, televizyon seyretmeyi, çocuk yapmayı, trafikten şikâyet etmeyi sürdürürler, ama bunlar hep otomatiğe bağlanmıştır ve herhangi bir duyguyla ilişkileri yoktur – her şey kontrol altında olduğu sürece. Zehrin bünyeye yayılmasının yarattığı en büyük sorun, tutkuların -nefret, aşk, umutsuzluk, merak vb.- su yüzüne çıkmasını önlemesidir. Acılaşan insan zamanla hiçbir istek duymaz. Ne yaşayacak ne de ölecek iradeye sahiptir artık, sorunun özü de budur. İşte bu nedenle, acılaşan insanlar için, ünlü kahramanlar da, deliler de bitmez tükenmez bir merak kaynağıdır; çünkü onlarda yaşam korkusu da yoktur, ölüm korkusu da. Kahramanlar olsun, deliler olsun tehlikelere aldırmaz, kim ne derse desin bildiklerini okurlar. Deli intiharı seçer, kahraman bir dava uğruna kendini feda etmeyi, ama ikisi de ölür. Bu arada acılaşmış kişi her ikisinin de saçmalığını ve görkemini yorumlamaya çalışmakla geçirir gecesini, gündüzünü. Acılaşmış kişinin özsavunması için yükselttiği duvara tırmanıp dış dünyaya bir göz attığı anlarda olur bu. Derken, elleri ayakları yorulur, yeniden geriye, günlük yaşamına döner."
Lisedeyken okumuştum bu kitabı. Yer yer hâlâ aklımdadır çoğu yeri.
YanıtlaSilSonu hele baya süpriz olmuştu.
Sonu farklı olsa bir daha okumazdım fakat sonu sayesinde tekrar tekrar okunabilecek kitaplarım arasına girdi :)
SilNedense yazarın bu kitabına hiç elim gitmedi benim, Simyacı'dan sonra hani böyle melankolik bir geçişi kabul edemem zaten...
YanıtlaSilSizi şaşırtacaktır emin olabilirsiniz :)
SilSanırım bunu eskiden okumuştum, ama hiç hatırlayamadım:( yazı çok açıklayıcı olmuş. Kitabı okuma hissi uyandırdı bende:)
YanıtlaSilyorum için teşekkürler, okuma hissi uyandırdıysa ne mutlu bana :)
Sil